YAŞAMI
OTOBİYOGRAFİ
1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşında Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya
Lenin'i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falına baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam de şart değil
başbakan fakan olacağım da yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir
(11.9.'61 - Doğu Berlin)
NÂZIM HİKMET RAN
15 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu. Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirdi. Hamidiye Kruvazörü'nde güverte subayı iken, sağlık nedeniyle askerlikten ayrıldı, bu arada ilk şiirlerini yayımladı. 1921 başlarında Kurtuluş Savaşı'na katılmak için Anadolu'ya geçti, Bolu'da öğretmen olarak görevlendirildi. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldı. Burada siyasal bilimler ve iktisat okudu. 1924'te yurda döndü. Aydınlık Gazetesinde yayınlanan yazı ve şiirleri yüzünden on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti. 1928 Af Kanunu'ndan yararlanıp tekrar yurda döndü. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. 1932'de yeniden dört yıl hapse mahkûm olduysa da, bu kez Onuncu Yıl Affı'ndan yararlandı. Gazetecilik yaptı, film stüdyolarında çalıştı. 1938'de orduyu ve donanmayı isyana teşvik ettiği iddiasıyla 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1950'de özgürlüğüne kavuştuysa da sürekli olarak izlenmekten kurtulamadı; kitaplarını yayınlatma, oyunlarını oynatma olanağı bulamadı. Askere alınması kararlaştırılınca Romanya üzerinden tekrar Moskova'ya gitti. 1951'de T.C. yurttaşlığından çıkarıldı. 3 Haziran 1963'te bir kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Moskova'da Novodeviçye Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Basında Nâzım Hikmet tartışması
Nâzım'ı kurtarın...
BENCE Nâzım Hikmet bu adamların eline düşmemeli...
Büyük şair, bu adamların kara ellerine, münasebetsiz ağızlarına, tükenmiş vicdanlarına kalmamalı...
Toplum zaten Nâzım Hikmet'i kendi şairi, kendi parçası, kendi soyundan-sopundan, kendi içinde görüyorsa görüyor...
Eğer o akılsız-şom ağızlı adamın izni ile Nâzım Hikmet Türkiye'ye dönecekse...
Dönmesin...*
Tarikat şeyhinin İstanbul'un en özel yerine gömülmesi için iki saatte toplanan imzalar, Nâzım Hikmet gibi bir evrensel şair için bir türlü toplanamadı...
Birisi tarikat şeyhi...
Çağdaşlığa ve aydınlığa direnişin simgesi...
Türkiye Batı'ya açılmak isterken, yaratılan kara tablolarla, ülkenin önüne set çeken anlayışın sembolü...
Öbürü şiirlerini tüm dünyanın okuduğu, Alaska'dan Malezya'ya kadar tüm toplulukların tanıdığı, harflerle yarattığı sevgi-barış dünyasına Batılıların gıpta ettikleri bir büyük şair...
mek için telaşlanan-koşuşturan-yırtınanlar, ne yazık ki sıra Nâzım'a gelince, olmadık hakaretleri sıralamaya başlıyorlar...
Nâzım'ı Türkiye'ye getirme ya da vatandaşlığını iade etme onurunu bunlara vermeyin...
Bırakın kalsın...
*
Yine; kentlerin tepeleri anıt mezarlarla doldu...
Milliyetçi-maneviyatçı Büyük Türk Büyüklerinin mezarları ile...
Gazetelerde ise her gün onların arkalarında bıraktıkları yıkıntıyı, çetelerini, esrarengiz servetlerini, şaşırtıcı-garip ilişkilerini okuyorsunuz...
Onlara tepelerde yer var...
Ama Nâzım'a bir ağaç gölgesi yok...
Olmasın da...
Bu adamların gönlü ile Nâzım'a iade-i itibar verilecekse verilmesin, kalsın...
Ne bir zırnık onur...
Ne bir ağaç gölgesi...
Toplumun vefası gibi o yüce duyguda, o tarihi belgede, o sevgi ve barış isteyen girişimde, bu adamların imzası olmasın...
Bence Nâzım'ı bunların elinden kurtarın...
Kalsın...
(Bekir Coşkun, Hürriyet/15 Şubat 2001)
***
“Nâzım'ı bu hükümetin elinden kurtarın!”
Başlık, Cumhuriyet okuru bir edebiyat öğretmeninin tepkisi...
Meclis koridorlarında, kamera önlerinde yapılan tartışmalara bakılırsa, haksız sayılmaz.
13 Şubat günü bu köşede konuyu işlerken, Nâzım Hikmet’in yurttaşlıktan çıkarılmasına neden olan 15 Ağustos 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararının kaldırılmasıyla, Nâzım'a itibar iadesinin söz konusu olamayacağını vurgulamış, devam etmiştik: Bir itibar iadesi söz konusu ise bu, siyasiler açısından geçerlidir. Ülkeyi yöneten siyasilerin 50 yıl önceki ayıbı ortadan kalkmış olur... (...)
UNESCO, 100. doğum yılı nedeniyle 2002'yi Nâzım Yılı ilan etmeye hazırlanıyor. Bir başka deyişle dünya Nâzım Hikmet'in şairliğini kabul etmiş, UNESCO onu dünyaya mal ediyor, biz içerde hâlâ şair miydi değil miydi tartışması yapıyoruz. (...)
(Mustafa Balbay, Cumhuriyet, 17 Şubat 200)
***
Nâzım'ı Rahat Bırakın...
İkisi de berber dükkânlarında geçen iki olayla başlayayım... İlki, öykü kıvamında. Taksim'de, iki hafta kadar önce, ilk kez gittiğim bir berberdeyim. Saçlarımı azıcık kısalttırmak için çok az vaktim var. Kalfalardan biri bu işle uğraşırken kulağım bir telefon konuşmasına takılıyor. Daha yaşlıca biri, belli ki dükkân sahibi, müşterisini göndermiş, şimdi telefonla konuşuyor. Önce tam anlayamıyorum, daha doğrusu işittiklerime olasılık vermiyorum... Söylenenlerde "Nâzım Hikmet" adı ve "Dörtnala gelip Uzak Asya'dan" dizesiyle başlayan şiirinin dizeleri geçiyor... Merakla kulak kabarttığımda, yanılmadığımı anlıyorum. Usta, Nâzım'ın bu şiirini bir gazeteden, telefonla konuştuğu kişiye okuyor... Arada bir hayranlık duygularını ekleyerek... İşiyle meşgul kalfaya, "Ustan Nâzım Hikmet'in şiirini çok seviyor galiba.." diyorum... Aldığım yanıt, sürmekte olan telefon konuşmasından daha şaşırtıcı: "Nâzım sevilmez mi abi!" Koltuğa otururken aceleden yüzüne doğru dürüst bakmadığım delikanlıya doğru kaldırıyorum başımı.. Şaşkınlığım bir kat daha artıyor: On sekiz-yirmi yaşlarındaki Nâzım Hikmet'in bir kopyası duruyor karşımda... Zihnimin bir oyunu değilse eğer, daha sonra Karadenizli olduğunu öğreneceğim bu iri kıyım delikanlıyla o yaşların Nâzım Hikmet'i arasındaki benzerlik gerçekten şaşkınlık verici... O ise şaşkınlığımı daha da arttırarak sürdürüyor sözlerini... Bir yandan işiyle uğraşırken bir yandan da "sen elâ gözlerinde yeşil hareler" dizesinin geçtiği şiirdeki renkler, benzetmeler üstüne döktürüyor... Belki inanmayanlar, abarttığımı düşünenler olabilecektir; ama inanın aynen, tıpatıp böyle oldu... Dükkândan ayrılırken ustayla konuştuğum iki satırda, onun da bu genç kalfa gibi, sıradan, saf, kendi halinde bir halk insanı olduğunu gördüm... (...)
Doğrusunu isterseniz, Nâzım Hikmet'e yönelik saldırılar yanıtlanmaya bile değmez. Bu yazının son cümleleri belki şunlar olabilir: Nâzım Hikmet'i rahat bırakın. Sizler, onun hepinizden bin kat fazla sahip olduğu yurttaşlık hakkını ona geri vermek şurda dursun, bugünkü cehalet ve karanlığınızdan kurtulup onunla yurttaşlığa layık olmaya çalışın.
(Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet/17 Şubat 2001)
***Nâzım ve “vatan kahramanları”
'Nâzım vatan haini' imiş! 'Kuvayi Milliye' yazarı Nâzım, 'Memleketimden İnsan Manzaraları' yazarı Nâzım, vatan haini imiş! (...)
Peki kimdir vatan kahramanları? Vatan denince Üsküdar'dan daha doğuyu düşünemeyenler mi? Şapka giymemek için Mısır'a gidenler mi? Milyonlarca dolarlık banka hesaplarını yurtdışındaki bankalarda gizleyenler mi?
Kimdir?
En küçük bir sorun olunca soluğu Amerika'da, Almanya'da, Avustralya'da, İsviçre'de, Paris'te alanlar mı vatan kahramanıdır?
Yoksa derin devletin bağrında kurşun sıkan, adam boğazlayan, haraç yiyen, adam kaçıran, başı sıkışınca ortadan yok olanlar mı?
Banka soyanlar mı vatan kahramanıdır? Şirket dolandıranlar mı? Devletin başına geçince tüm yakınlarını zengin eden, 'Devletin malı deniz, yemeyen domuz,' diyenler mi?
Yalanla dolanla vatandaşın oyunu toplayan, sonra verdiği sözün tersini yapanlar mı vatan kahramanıdır?
Nâzım bunlardan hiçbirini yapmadığı için mi vatan haini oldu?
Bakın, Nâzım bunlara ne diyor:
" ... Evet, vatan hainiyim, siz vatanperversiniz, siz yurtseversiniz, ben vatan hainiyim./Vatan çiftliklerinizse,/Kasalarınız ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,/vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,/vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,/fabrikalarda al kanımızı içmekse vatan,/vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,/vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,/ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,/vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,/vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,/ben vatan hainiyim./Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:/Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Ekleyecek bir söz var mı? Bu durumda Nâzım elbette vatan hainidir.
(Türker Alkan, Radikal/17 Şubat 2001)
***
Nâzım Hikmet Türkiye'dir!
Başlığın, Sartre'ın tutuklanmasını isteyenlere, de Gaulle'un 'Sartre Fransa'dır' lafından mülhem olduğu malum. Nâzım, kuşkusuz Türkiye'dir ama herhalde MHP'nin Türkiye'si değil!
Nâzım Hikmet'in vatandaşlık hakkının iadesi konusundaki tartışma sürüyor. Böyle bir kararın alınmasına direnen bir MHP kesimi var. 'Kendi inançlarını savunmalarına diyecek bir şeyimiz yok' diyemeyiz. Çünkü, hem görüşlerini yanlış, yanıltıcı, demagojik, popülist iddialara dayıyorlar, hem de bu kararın çıkması Nâzım'ın ötesinde Türkiye'nin kendi kendisiyle hesaplaşmasının zorunlu bir sonucudur.
(...)
Yeryüzünde demokrasi oldukça Dreyfus davaları kazanılacak, itibarlar, haklar iade edilecektir. Hep söylendiği gibi, Nâzım Hikmet'in buna ihtiyacı yok. Onun vatandaşlığının iadesinden kaynaklanacak itibaraysa Türkiye'nin delicesine ihtiyacı var.
Nâzım'ın vatandaşlığı, o Nâzım olduğu için değil, sadece sivilleşme ve demokrasi bağlamında ortaya koyulmuş 'nötr', hukuksal bir taleptir ve iade edilecektir.
(Radikal/19 Şubat 2001)
Nâzım Hikmet'in saygınlığını inkâr edenler küçülür
Kültür Bakanı İstemihan Talay: “Nâzım Hikmet'in bütün dünyada saygın bir yeri var, bunu kimse inkâr edemez. İnkâr etmek, inkâr edenleri küçültür. Çünkü o büyüklüğün küçültülmesi, bu aşamadan sonra mümkün değil. Bu gerçeklere ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde Nâzım Hikmet'in nasıl algılandığı, ilgi gördüğü konusundaki gerçeklere ters düşecek bir tutum içinde olmak, bence çağdışı olmaktır."
(Cumhuriyet/18 Şubat 2001)
***
Nâzım'ın yurttaşlığa gereksinimi yoktur!..
Nâzım Hikmet, dünyanın tanıdığı bir şair. Büyük bir sanatçı. Türk dilinin önde gelen şairlerinden. Aziz Nesin’in deyişi ile, Türkçenin en büyük ustası. Dünyanın büyük kültür ve sanat ansiklopedilerinde, Nâzım Hikmet Türk şairi olarak anılmaktadır. Kitapları, 60 dile çevrilen tek Türk şairidir. Dünya Barış Ödülü'nü alan ilk Türk sanatçısıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin, Nâzım'ı Türk yurttaşı olarak kabul edip etmemesi, bu değerlendirmeleri hiçbir biçimde etkilememektedir.
Nitekim Azerbaycan Kültür Bakanı, Nâzım Hikmet'in Türk yurttaşlığı tartışmalarının yoğunlaştığı bir sırada (17 Şubat 2001 Cuma günü) televizyon kameraları karşısında, net bir açıklamada bulundu: “Siz Nâzım Hikmet'in yurttaşlığını kabul etmeseniz de, o bizim şairimiz, Türk dilinin, Türkçenin en büyük şairidir.”
(...)
Evet Nâzım Hikmet'in Türk yurttaşlığına gereksinimi yoktur. O, Türkiye'nin sınırlarını aşmış, Türk kültürünü dünyanın diğer coğrafyalarına taşımış, evrenselleştirmiş bir sanatçıdır...
(...) Devletin, Nâzım'a koyduğu ağır yasak, bugün artık geçersiz. Nâzım'ın tüm kitapları yayımlanıyor, şiirleri radyo ve televizyon kanallarında okunuyor. Devlet Tiyatroları ve birçok özel tiyatro oyunlarını sahneliyor, resimleri sergileniyor, şiirleri şarkılaştırılıyor ve besteleniyor. (...)
Evet bu sorun, Nâzım Hikmet'in değil, Türkiye'nin sorunudur ve çözülmesi gerekmektedir.
(Atilla Coşkun,Cumhuriyet/ 20 Şubat 2001)
***
Kimdir Nazım'ı zindanlarda çürüten?
Nazım Hikmet'e iade-i itibar yapılsın mı, yapılmasın mı; mezarı Türkiye'ye getirilsin mi, getirilmesin mi?
Son yılların en gereksiz, belki de en komik tartışması. Birincisi, Nazım Hikmet Türkçe yazan bir şairdir; iade-i itibar yapılması ne değerine bir şey katar, ne de bir şey eksiltir.
İkincisi, Nazım'a "itibar" arayanlar ne ölçüde samimidirler ve İsmet Özel'in söylediği gibi, bu "arayış" onun sanatına dair bir zaruretten mi kaynaklanmaktadır?
Peki, ne yapmıştı Nazım?
Niçin Rusya'ya kaçmıştı?
“Hapishaneden çıktığında" diyor Necati Doğru, "Orduyu isyana teşvik etmekten yargılamaya kalktılar. O da Rusya'ya kaçtı. Ve 'vatan haini' ilan edip Menderes hükümetinin Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan attılar. Aleyhinde büyük propagandalar başlatıldı.”
Kimdir aleyhinde propaganda başlatanlar?
Bunu söylemeye dilleri varmıyor, biz hatırlatalım sevabına:
Yunus Nadi'ler, Erol Simavi'ler, Ali Naci Karacan'lar ve onların "tahsisli" kalemleri. On yıl sonra Yassıada cinayetini alkışlayanlar yani...
Bugün, egemenliklerinin ve üstünlüklerinin nişanı olarak Nazım Hikmet bayrağını dalgalandıranlar, Nazım'ın nasıl ve hangi şeraitte Türkiye'yi terkettiğini, hangi suçunun karşılığı olarak 13 yıl hapis yattığını, bu soy şiir emekçisini zindanlarda çürütenlerin kimler olduğunu unutmuş görünüyorlar.
Nazım'ı hapse tıktıran "millî şef" İnönü'dür. (...)
(Mehmet E. Yavuz, Yeni Şafak, 22 Şubat 2001)
İtibar krizi
Sözde Nazım'a itibarını iade edecekler. Oysa konuştukça asıl kendilerinin bir itibar ve ihtiyaç krizi içinde bulundukları anlaşılıyor. Sevgili Bekir Coşkun Sütununda diyor ki:
"Bu adamların gönlü ile Nazım'a iade-i itibar verilecekse kalsın. Bence Nazım'ı bu adamların elinden kurtarın."
Sevgili Arda Uskan da dün Radikal'de noktayı şu sözlerle koyuyordu:
"Bırakın o Moskova'daki mezarında rahat rahat yatsın.
Bu utanmazlar ülkesinde bir dünya sanatçısının ne yeri var ki?"
Alın bizden de o kadar...
(Melih Aşık, Milliyet/20 Şubat 01)
***
Sen Nesin, Kimsin?..
Daha ne gazozumuz Amerikandı, ne köftemiz; Babıâli Yokuşu'nun başında İzmirli Şerbetçi ile Meserret Kıraathanesi birbirine bakardı; deniz parsellenmemiş, hava kirlenmemiş, toplum kokuşmamıştı; köşedeki gazeteciden "Zincirli Hürriyet" dergisini almıştım; birinci sayfadaki şiiri okumaya başladım:
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim
Bilekler kan içinde
dişler kenetli
ayaklar çıplak
ve bir ipek halıya benzeyen toprak
bu cehennem bu cennet bizim...
....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim
Şiiri okurken bir heyecan dalgası sarmıştı benliğimi, tüylerim diken diken olmuştu, tırmandığım Babıâli Yokuşu ayaklarımın altında dalgalanıyor gibiydi.
Şimdi düşünüyorum; bana o unutulmaz anı yaşattığı için Nâzım Hikmet'e borçlu değil miyim?.. Bir arada orman gibi kardeşçesine yaşayıp ağaçlar kadar özgür olmak amacını yurttaşlarına ilk kez aşılayan şairimizin dizeleri okullarda sınıfların duvarlarına asılmalı; öğrencilere ezberletilmeli..
**
Nâzım gibi bir şair daha var mı dünyada?..
Yarım yüzyıl öncesinde sorundu..
Bugün de sorun!..
Neymiş?.. Nâzım Hikmet vatan haini imiş, komünistmiş; hükümetteki MHP'li bakanlar verip veriştiriyorlar; bugün Apo varsa, Nâzım Hikmet yüzündenmiş; bugünkü ideolojik kavganın kaynağı Nâzım imiş; vatandaşlığa alınamazmış, affedilmesi olanaksızmış...
(...)
Utanç verici bir olay yaşıyoruz.
Yeni milenyumun başlangıcında, geçen yüzyıldan miras kalan "Nâzım Hikmet sorunu" 57'nci koalisyon hükümetinde ilkelliğin tartışmasına dönüştü.
"- Nâzım vatandaşlığa alınmalı mı?.."
Kimi MHP'li bakan, bir marifetmiş gibi gazetecilere demeç veriyor:
"- Bu yoldaki kararname önüme geldi, imzalamadım, Nâzım Hikmet vatan hainidir."
Türkiye'nin malını mülkünü, taşını toprağını, fabrikasını, bankasını, iletişim ağını, bağımsızlığını, yani istiklalini ve onurunu üç-beş kuruş için haraç mezat yabancılara ipotek eden ya da satan kim?..
Sen değil misin?..
Vatanseverlik buysa..
Nâzım elbette vatan haini...
Ya sen nesin?..
(İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 20 Şubat 2001)
Belki Ben
Belki ben
o günden
çok daha evvel,
köprü başında sallanarak
bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım.
Belki ben
o günden
çok daha sonra ,
matruş çenemde ak bir sakalın izi
sağ kalacağım...
Ve ben
o günden
çok daha sonra:
sağ kalırsam eğer,
şehrin meydan kenarlarında yaslanıp
duvarlara
son kavgadan benim gibi sağ kalan
ihtiyarlara,
bayram akşamlarında keman
çalacağım...
Etrafta mükemmel bir gecenin
ışıklı kaldırımları
Ve yeni şarkılar söyleyen
yeni insanların
adımları...
Seni Düşünmek
Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum
Tahir İle Zühre Meselesi
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Yaşamaya Dair1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
1947
YAŞAMAYA DAİR
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
YAŞAMAYA DAİR
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hattâ bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Şubat 1948
19 Yaşım
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım
Sana anam gibi hürmet ediyorum
edeceğim
Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum
gideceğim
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım
*
Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Oturuyor 19 yaşım
yatağımın başucunda
ellerimin avucunda
bana diyor ki;
-- kafamızda getirelim geri
o delikanlı günleri cancazım,
o dehşetli güzel günleri...
*
Köpüklü şahlanışların dönüm yeri..
Dünyanın altıda biri;
kan içinde doğuran ana..
İstasyondan istasyona
yalınayak
tankları kovalayarak
açlıkla yarış...
Şarkıların boyu kilometre
ölümün boyu bir karış...
*
Kafkas;
güneş
Sibirya;
kar
Seslenebildiğiniz kadar ses-
-lenin
24 saatte 24 saat Lenin
24 saat Marks
24 saat Engels
Yüz dirhem kara ekmek,
20 ton kitap
ve 20 dakika şey! ..
*
Ne günlerdi heheheeey
onlar ne günlerdi ahbap! ! ..
Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Duruyor karanlıkta 19 yaşım
Lambayı yakıyorum
ona hayretle
muhabbetle
hürmetle
ve daha bilmem neyle bakıyorum
bakışıyoruz
*
Yılların arkasında çırptı kanadını
'Strasroy Ploşaat' ın saat kulesi
Yaşıyor herhangi bir 24 saatini
Vatandaş kavgasının darülfünun talebesi;
Balık çorbası, tüfek talimi, tiyatro, balet
KİTAP..
Patetes kamyonu başında süngü tak bekle nöbet
KİTAP... KİTAP...
Madde, şuur, istismar, fazla kıymet
KİTAP... KİTAP... KİTAP...
Manikür;
hayır,
Diş fırçası;
evet.
KİTAP... KİTAP... KİTAP...
Bu ne 24 saat
bu ne 24 saattir ahbap! !
*
Aşk;
yoldaş,
Profesör;
yoldaş,
Zenci;
coni,
Alman;
Telman,
Çinli;
Li
Ve 19 yaşım
yoldaş da yoldaş, yoldaş da yoldaş,
yoldaşım...
Yılların arkasında yuvarlanıyor başım
başım yuvarlanıyor
Uzun saçlarından tutuştu yıllar
yıllar yanıyor
yanıyor da yanıyor...
*
Oku
Yaz
Boz
Bağır
Çağır!
Bütün kuvvetinle nefes al...
KaFanda, kalbinde
etinde
iskeletinde ihtilal...
İhtilal;
gündüz-gece
Gece ormanda çam dalları yakarak,
bembeyaz
yusyuvarlak aya bakarak,
hep bir ağızdan şarkılar söyleniyor..
Ve bu anda
kuvvetli dinç
bir ağrıdan gelen deli bir sevinç
sıçrar atlar köpüklenir çatlar
kafanda...
*
Haaayydaa,
beyaz orduları dumanlı ufuklar gibi önüne katan
bir kızıl süvarisin,
bir kızıl süvariyim,
bir kızıl süvariyiz,
bir kızıl, , , , ,
Geçti üç yıl
Ey benim 19 yaşım,
Ormanda çam dalları yaktığımız
hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek aya baktığımız
gecelerin üstünden........
Ben yine söylüyorum aynı şarkıları
Döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa,
ben kattım önüme rüzgarı...
Ve sen ki en yıkılmazları yıkabilirsin,
gözüme bakabilir
elimi sıkabilirsin...
Ve sen ki...
Sen,
BENİM İLK ÇOCUĞUM, İLK HOCAM, İLK YOLDAŞIM
19 YAŞIM
OTOBİYOGRAFİ
1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşında Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya
Lenin'i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falına baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam de şart değil
başbakan fakan olacağım da yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir
(11.9.'61 - Doğu Berlin)
NÂZIM HİKMET RAN
15 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu. Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirdi. Hamidiye Kruvazörü'nde güverte subayı iken, sağlık nedeniyle askerlikten ayrıldı, bu arada ilk şiirlerini yayımladı. 1921 başlarında Kurtuluş Savaşı'na katılmak için Anadolu'ya geçti, Bolu'da öğretmen olarak görevlendirildi. Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldı. Burada siyasal bilimler ve iktisat okudu. 1924'te yurda döndü. Aydınlık Gazetesinde yayınlanan yazı ve şiirleri yüzünden on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti. 1928 Af Kanunu'ndan yararlanıp tekrar yurda döndü. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı. 1932'de yeniden dört yıl hapse mahkûm olduysa da, bu kez Onuncu Yıl Affı'ndan yararlandı. Gazetecilik yaptı, film stüdyolarında çalıştı. 1938'de orduyu ve donanmayı isyana teşvik ettiği iddiasıyla 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1950'de özgürlüğüne kavuştuysa da sürekli olarak izlenmekten kurtulamadı; kitaplarını yayınlatma, oyunlarını oynatma olanağı bulamadı. Askere alınması kararlaştırılınca Romanya üzerinden tekrar Moskova'ya gitti. 1951'de T.C. yurttaşlığından çıkarıldı. 3 Haziran 1963'te bir kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Moskova'da Novodeviçye Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Basında Nâzım Hikmet tartışması
Nâzım'ı kurtarın...
BENCE Nâzım Hikmet bu adamların eline düşmemeli...
Büyük şair, bu adamların kara ellerine, münasebetsiz ağızlarına, tükenmiş vicdanlarına kalmamalı...
Toplum zaten Nâzım Hikmet'i kendi şairi, kendi parçası, kendi soyundan-sopundan, kendi içinde görüyorsa görüyor...
Eğer o akılsız-şom ağızlı adamın izni ile Nâzım Hikmet Türkiye'ye dönecekse...
Dönmesin...*
Tarikat şeyhinin İstanbul'un en özel yerine gömülmesi için iki saatte toplanan imzalar, Nâzım Hikmet gibi bir evrensel şair için bir türlü toplanamadı...
Birisi tarikat şeyhi...
Çağdaşlığa ve aydınlığa direnişin simgesi...
Türkiye Batı'ya açılmak isterken, yaratılan kara tablolarla, ülkenin önüne set çeken anlayışın sembolü...
Öbürü şiirlerini tüm dünyanın okuduğu, Alaska'dan Malezya'ya kadar tüm toplulukların tanıdığı, harflerle yarattığı sevgi-barış dünyasına Batılıların gıpta ettikleri bir büyük şair...
mek için telaşlanan-koşuşturan-yırtınanlar, ne yazık ki sıra Nâzım'a gelince, olmadık hakaretleri sıralamaya başlıyorlar...
Nâzım'ı Türkiye'ye getirme ya da vatandaşlığını iade etme onurunu bunlara vermeyin...
Bırakın kalsın...
*
Yine; kentlerin tepeleri anıt mezarlarla doldu...
Milliyetçi-maneviyatçı Büyük Türk Büyüklerinin mezarları ile...
Gazetelerde ise her gün onların arkalarında bıraktıkları yıkıntıyı, çetelerini, esrarengiz servetlerini, şaşırtıcı-garip ilişkilerini okuyorsunuz...
Onlara tepelerde yer var...
Ama Nâzım'a bir ağaç gölgesi yok...
Olmasın da...
Bu adamların gönlü ile Nâzım'a iade-i itibar verilecekse verilmesin, kalsın...
Ne bir zırnık onur...
Ne bir ağaç gölgesi...
Toplumun vefası gibi o yüce duyguda, o tarihi belgede, o sevgi ve barış isteyen girişimde, bu adamların imzası olmasın...
Bence Nâzım'ı bunların elinden kurtarın...
Kalsın...
(Bekir Coşkun, Hürriyet/15 Şubat 2001)
***
“Nâzım'ı bu hükümetin elinden kurtarın!”
Başlık, Cumhuriyet okuru bir edebiyat öğretmeninin tepkisi...
Meclis koridorlarında, kamera önlerinde yapılan tartışmalara bakılırsa, haksız sayılmaz.
13 Şubat günü bu köşede konuyu işlerken, Nâzım Hikmet’in yurttaşlıktan çıkarılmasına neden olan 15 Ağustos 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararının kaldırılmasıyla, Nâzım'a itibar iadesinin söz konusu olamayacağını vurgulamış, devam etmiştik: Bir itibar iadesi söz konusu ise bu, siyasiler açısından geçerlidir. Ülkeyi yöneten siyasilerin 50 yıl önceki ayıbı ortadan kalkmış olur... (...)
UNESCO, 100. doğum yılı nedeniyle 2002'yi Nâzım Yılı ilan etmeye hazırlanıyor. Bir başka deyişle dünya Nâzım Hikmet'in şairliğini kabul etmiş, UNESCO onu dünyaya mal ediyor, biz içerde hâlâ şair miydi değil miydi tartışması yapıyoruz. (...)
(Mustafa Balbay, Cumhuriyet, 17 Şubat 200)
***
Nâzım'ı Rahat Bırakın...
İkisi de berber dükkânlarında geçen iki olayla başlayayım... İlki, öykü kıvamında. Taksim'de, iki hafta kadar önce, ilk kez gittiğim bir berberdeyim. Saçlarımı azıcık kısalttırmak için çok az vaktim var. Kalfalardan biri bu işle uğraşırken kulağım bir telefon konuşmasına takılıyor. Daha yaşlıca biri, belli ki dükkân sahibi, müşterisini göndermiş, şimdi telefonla konuşuyor. Önce tam anlayamıyorum, daha doğrusu işittiklerime olasılık vermiyorum... Söylenenlerde "Nâzım Hikmet" adı ve "Dörtnala gelip Uzak Asya'dan" dizesiyle başlayan şiirinin dizeleri geçiyor... Merakla kulak kabarttığımda, yanılmadığımı anlıyorum. Usta, Nâzım'ın bu şiirini bir gazeteden, telefonla konuştuğu kişiye okuyor... Arada bir hayranlık duygularını ekleyerek... İşiyle meşgul kalfaya, "Ustan Nâzım Hikmet'in şiirini çok seviyor galiba.." diyorum... Aldığım yanıt, sürmekte olan telefon konuşmasından daha şaşırtıcı: "Nâzım sevilmez mi abi!" Koltuğa otururken aceleden yüzüne doğru dürüst bakmadığım delikanlıya doğru kaldırıyorum başımı.. Şaşkınlığım bir kat daha artıyor: On sekiz-yirmi yaşlarındaki Nâzım Hikmet'in bir kopyası duruyor karşımda... Zihnimin bir oyunu değilse eğer, daha sonra Karadenizli olduğunu öğreneceğim bu iri kıyım delikanlıyla o yaşların Nâzım Hikmet'i arasındaki benzerlik gerçekten şaşkınlık verici... O ise şaşkınlığımı daha da arttırarak sürdürüyor sözlerini... Bir yandan işiyle uğraşırken bir yandan da "sen elâ gözlerinde yeşil hareler" dizesinin geçtiği şiirdeki renkler, benzetmeler üstüne döktürüyor... Belki inanmayanlar, abarttığımı düşünenler olabilecektir; ama inanın aynen, tıpatıp böyle oldu... Dükkândan ayrılırken ustayla konuştuğum iki satırda, onun da bu genç kalfa gibi, sıradan, saf, kendi halinde bir halk insanı olduğunu gördüm... (...)
Doğrusunu isterseniz, Nâzım Hikmet'e yönelik saldırılar yanıtlanmaya bile değmez. Bu yazının son cümleleri belki şunlar olabilir: Nâzım Hikmet'i rahat bırakın. Sizler, onun hepinizden bin kat fazla sahip olduğu yurttaşlık hakkını ona geri vermek şurda dursun, bugünkü cehalet ve karanlığınızdan kurtulup onunla yurttaşlığa layık olmaya çalışın.
(Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet/17 Şubat 2001)
***Nâzım ve “vatan kahramanları”
'Nâzım vatan haini' imiş! 'Kuvayi Milliye' yazarı Nâzım, 'Memleketimden İnsan Manzaraları' yazarı Nâzım, vatan haini imiş! (...)
Peki kimdir vatan kahramanları? Vatan denince Üsküdar'dan daha doğuyu düşünemeyenler mi? Şapka giymemek için Mısır'a gidenler mi? Milyonlarca dolarlık banka hesaplarını yurtdışındaki bankalarda gizleyenler mi?
Kimdir?
En küçük bir sorun olunca soluğu Amerika'da, Almanya'da, Avustralya'da, İsviçre'de, Paris'te alanlar mı vatan kahramanıdır?
Yoksa derin devletin bağrında kurşun sıkan, adam boğazlayan, haraç yiyen, adam kaçıran, başı sıkışınca ortadan yok olanlar mı?
Banka soyanlar mı vatan kahramanıdır? Şirket dolandıranlar mı? Devletin başına geçince tüm yakınlarını zengin eden, 'Devletin malı deniz, yemeyen domuz,' diyenler mi?
Yalanla dolanla vatandaşın oyunu toplayan, sonra verdiği sözün tersini yapanlar mı vatan kahramanıdır?
Nâzım bunlardan hiçbirini yapmadığı için mi vatan haini oldu?
Bakın, Nâzım bunlara ne diyor:
" ... Evet, vatan hainiyim, siz vatanperversiniz, siz yurtseversiniz, ben vatan hainiyim./Vatan çiftliklerinizse,/Kasalarınız ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,/vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,/vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,/fabrikalarda al kanımızı içmekse vatan,/vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,/vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,/ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,/vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,/vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,/ben vatan hainiyim./Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:/Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Ekleyecek bir söz var mı? Bu durumda Nâzım elbette vatan hainidir.
(Türker Alkan, Radikal/17 Şubat 2001)
***
Nâzım Hikmet Türkiye'dir!
Başlığın, Sartre'ın tutuklanmasını isteyenlere, de Gaulle'un 'Sartre Fransa'dır' lafından mülhem olduğu malum. Nâzım, kuşkusuz Türkiye'dir ama herhalde MHP'nin Türkiye'si değil!
Nâzım Hikmet'in vatandaşlık hakkının iadesi konusundaki tartışma sürüyor. Böyle bir kararın alınmasına direnen bir MHP kesimi var. 'Kendi inançlarını savunmalarına diyecek bir şeyimiz yok' diyemeyiz. Çünkü, hem görüşlerini yanlış, yanıltıcı, demagojik, popülist iddialara dayıyorlar, hem de bu kararın çıkması Nâzım'ın ötesinde Türkiye'nin kendi kendisiyle hesaplaşmasının zorunlu bir sonucudur.
(...)
Yeryüzünde demokrasi oldukça Dreyfus davaları kazanılacak, itibarlar, haklar iade edilecektir. Hep söylendiği gibi, Nâzım Hikmet'in buna ihtiyacı yok. Onun vatandaşlığının iadesinden kaynaklanacak itibaraysa Türkiye'nin delicesine ihtiyacı var.
Nâzım'ın vatandaşlığı, o Nâzım olduğu için değil, sadece sivilleşme ve demokrasi bağlamında ortaya koyulmuş 'nötr', hukuksal bir taleptir ve iade edilecektir.
(Radikal/19 Şubat 2001)
Nâzım Hikmet'in saygınlığını inkâr edenler küçülür
Kültür Bakanı İstemihan Talay: “Nâzım Hikmet'in bütün dünyada saygın bir yeri var, bunu kimse inkâr edemez. İnkâr etmek, inkâr edenleri küçültür. Çünkü o büyüklüğün küçültülmesi, bu aşamadan sonra mümkün değil. Bu gerçeklere ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde Nâzım Hikmet'in nasıl algılandığı, ilgi gördüğü konusundaki gerçeklere ters düşecek bir tutum içinde olmak, bence çağdışı olmaktır."
(Cumhuriyet/18 Şubat 2001)
***
Nâzım'ın yurttaşlığa gereksinimi yoktur!..
Nâzım Hikmet, dünyanın tanıdığı bir şair. Büyük bir sanatçı. Türk dilinin önde gelen şairlerinden. Aziz Nesin’in deyişi ile, Türkçenin en büyük ustası. Dünyanın büyük kültür ve sanat ansiklopedilerinde, Nâzım Hikmet Türk şairi olarak anılmaktadır. Kitapları, 60 dile çevrilen tek Türk şairidir. Dünya Barış Ödülü'nü alan ilk Türk sanatçısıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin, Nâzım'ı Türk yurttaşı olarak kabul edip etmemesi, bu değerlendirmeleri hiçbir biçimde etkilememektedir.
Nitekim Azerbaycan Kültür Bakanı, Nâzım Hikmet'in Türk yurttaşlığı tartışmalarının yoğunlaştığı bir sırada (17 Şubat 2001 Cuma günü) televizyon kameraları karşısında, net bir açıklamada bulundu: “Siz Nâzım Hikmet'in yurttaşlığını kabul etmeseniz de, o bizim şairimiz, Türk dilinin, Türkçenin en büyük şairidir.”
(...)
Evet Nâzım Hikmet'in Türk yurttaşlığına gereksinimi yoktur. O, Türkiye'nin sınırlarını aşmış, Türk kültürünü dünyanın diğer coğrafyalarına taşımış, evrenselleştirmiş bir sanatçıdır...
(...) Devletin, Nâzım'a koyduğu ağır yasak, bugün artık geçersiz. Nâzım'ın tüm kitapları yayımlanıyor, şiirleri radyo ve televizyon kanallarında okunuyor. Devlet Tiyatroları ve birçok özel tiyatro oyunlarını sahneliyor, resimleri sergileniyor, şiirleri şarkılaştırılıyor ve besteleniyor. (...)
Evet bu sorun, Nâzım Hikmet'in değil, Türkiye'nin sorunudur ve çözülmesi gerekmektedir.
(Atilla Coşkun,Cumhuriyet/ 20 Şubat 2001)
***
Kimdir Nazım'ı zindanlarda çürüten?
Nazım Hikmet'e iade-i itibar yapılsın mı, yapılmasın mı; mezarı Türkiye'ye getirilsin mi, getirilmesin mi?
Son yılların en gereksiz, belki de en komik tartışması. Birincisi, Nazım Hikmet Türkçe yazan bir şairdir; iade-i itibar yapılması ne değerine bir şey katar, ne de bir şey eksiltir.
İkincisi, Nazım'a "itibar" arayanlar ne ölçüde samimidirler ve İsmet Özel'in söylediği gibi, bu "arayış" onun sanatına dair bir zaruretten mi kaynaklanmaktadır?
Peki, ne yapmıştı Nazım?
Niçin Rusya'ya kaçmıştı?
“Hapishaneden çıktığında" diyor Necati Doğru, "Orduyu isyana teşvik etmekten yargılamaya kalktılar. O da Rusya'ya kaçtı. Ve 'vatan haini' ilan edip Menderes hükümetinin Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaşlıktan attılar. Aleyhinde büyük propagandalar başlatıldı.”
Kimdir aleyhinde propaganda başlatanlar?
Bunu söylemeye dilleri varmıyor, biz hatırlatalım sevabına:
Yunus Nadi'ler, Erol Simavi'ler, Ali Naci Karacan'lar ve onların "tahsisli" kalemleri. On yıl sonra Yassıada cinayetini alkışlayanlar yani...
Bugün, egemenliklerinin ve üstünlüklerinin nişanı olarak Nazım Hikmet bayrağını dalgalandıranlar, Nazım'ın nasıl ve hangi şeraitte Türkiye'yi terkettiğini, hangi suçunun karşılığı olarak 13 yıl hapis yattığını, bu soy şiir emekçisini zindanlarda çürütenlerin kimler olduğunu unutmuş görünüyorlar.
Nazım'ı hapse tıktıran "millî şef" İnönü'dür. (...)
(Mehmet E. Yavuz, Yeni Şafak, 22 Şubat 2001)
İtibar krizi
Sözde Nazım'a itibarını iade edecekler. Oysa konuştukça asıl kendilerinin bir itibar ve ihtiyaç krizi içinde bulundukları anlaşılıyor. Sevgili Bekir Coşkun Sütununda diyor ki:
"Bu adamların gönlü ile Nazım'a iade-i itibar verilecekse kalsın. Bence Nazım'ı bu adamların elinden kurtarın."
Sevgili Arda Uskan da dün Radikal'de noktayı şu sözlerle koyuyordu:
"Bırakın o Moskova'daki mezarında rahat rahat yatsın.
Bu utanmazlar ülkesinde bir dünya sanatçısının ne yeri var ki?"
Alın bizden de o kadar...
(Melih Aşık, Milliyet/20 Şubat 01)
***
Sen Nesin, Kimsin?..
Daha ne gazozumuz Amerikandı, ne köftemiz; Babıâli Yokuşu'nun başında İzmirli Şerbetçi ile Meserret Kıraathanesi birbirine bakardı; deniz parsellenmemiş, hava kirlenmemiş, toplum kokuşmamıştı; köşedeki gazeteciden "Zincirli Hürriyet" dergisini almıştım; birinci sayfadaki şiiri okumaya başladım:
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim
Bilekler kan içinde
dişler kenetli
ayaklar çıplak
ve bir ipek halıya benzeyen toprak
bu cehennem bu cennet bizim...
....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim
Şiiri okurken bir heyecan dalgası sarmıştı benliğimi, tüylerim diken diken olmuştu, tırmandığım Babıâli Yokuşu ayaklarımın altında dalgalanıyor gibiydi.
Şimdi düşünüyorum; bana o unutulmaz anı yaşattığı için Nâzım Hikmet'e borçlu değil miyim?.. Bir arada orman gibi kardeşçesine yaşayıp ağaçlar kadar özgür olmak amacını yurttaşlarına ilk kez aşılayan şairimizin dizeleri okullarda sınıfların duvarlarına asılmalı; öğrencilere ezberletilmeli..
**
Nâzım gibi bir şair daha var mı dünyada?..
Yarım yüzyıl öncesinde sorundu..
Bugün de sorun!..
Neymiş?.. Nâzım Hikmet vatan haini imiş, komünistmiş; hükümetteki MHP'li bakanlar verip veriştiriyorlar; bugün Apo varsa, Nâzım Hikmet yüzündenmiş; bugünkü ideolojik kavganın kaynağı Nâzım imiş; vatandaşlığa alınamazmış, affedilmesi olanaksızmış...
(...)
Utanç verici bir olay yaşıyoruz.
Yeni milenyumun başlangıcında, geçen yüzyıldan miras kalan "Nâzım Hikmet sorunu" 57'nci koalisyon hükümetinde ilkelliğin tartışmasına dönüştü.
"- Nâzım vatandaşlığa alınmalı mı?.."
Kimi MHP'li bakan, bir marifetmiş gibi gazetecilere demeç veriyor:
"- Bu yoldaki kararname önüme geldi, imzalamadım, Nâzım Hikmet vatan hainidir."
Türkiye'nin malını mülkünü, taşını toprağını, fabrikasını, bankasını, iletişim ağını, bağımsızlığını, yani istiklalini ve onurunu üç-beş kuruş için haraç mezat yabancılara ipotek eden ya da satan kim?..
Sen değil misin?..
Vatanseverlik buysa..
Nâzım elbette vatan haini...
Ya sen nesin?..
(İlhan Selçuk, Cumhuriyet, 20 Şubat 2001)
Belki Ben
Belki ben
o günden
çok daha evvel,
köprü başında sallanarak
bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım.
Belki ben
o günden
çok daha sonra ,
matruş çenemde ak bir sakalın izi
sağ kalacağım...
Ve ben
o günden
çok daha sonra:
sağ kalırsam eğer,
şehrin meydan kenarlarında yaslanıp
duvarlara
son kavgadan benim gibi sağ kalan
ihtiyarlara,
bayram akşamlarında keman
çalacağım...
Etrafta mükemmel bir gecenin
ışıklı kaldırımları
Ve yeni şarkılar söyleyen
yeni insanların
adımları...
Seni Düşünmek
Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum
Tahir İle Zühre Meselesi
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Yaşamaya Dair1
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.
1947
YAŞAMAYA DAİR
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
YAŞAMAYA DAİR
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani, bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hattâ bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Şubat 1948
19 Yaşım
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım
Sana anam gibi hürmet ediyorum
edeceğim
Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum
gideceğim
Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım
19 yaşım
*
Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Oturuyor 19 yaşım
yatağımın başucunda
ellerimin avucunda
bana diyor ki;
-- kafamızda getirelim geri
o delikanlı günleri cancazım,
o dehşetli güzel günleri...
*
Köpüklü şahlanışların dönüm yeri..
Dünyanın altıda biri;
kan içinde doğuran ana..
İstasyondan istasyona
yalınayak
tankları kovalayarak
açlıkla yarış...
Şarkıların boyu kilometre
ölümün boyu bir karış...
*
Kafkas;
güneş
Sibirya;
kar
Seslenebildiğiniz kadar ses-
-lenin
24 saatte 24 saat Lenin
24 saat Marks
24 saat Engels
Yüz dirhem kara ekmek,
20 ton kitap
ve 20 dakika şey! ..
*
Ne günlerdi heheheeey
onlar ne günlerdi ahbap! ! ..
Çok uzaklarda yuvarlanıyor başım
Duruyor karanlıkta 19 yaşım
Lambayı yakıyorum
ona hayretle
muhabbetle
hürmetle
ve daha bilmem neyle bakıyorum
bakışıyoruz
*
Yılların arkasında çırptı kanadını
'Strasroy Ploşaat' ın saat kulesi
Yaşıyor herhangi bir 24 saatini
Vatandaş kavgasının darülfünun talebesi;
Balık çorbası, tüfek talimi, tiyatro, balet
KİTAP..
Patetes kamyonu başında süngü tak bekle nöbet
KİTAP... KİTAP...
Madde, şuur, istismar, fazla kıymet
KİTAP... KİTAP... KİTAP...
Manikür;
hayır,
Diş fırçası;
evet.
KİTAP... KİTAP... KİTAP...
Bu ne 24 saat
bu ne 24 saattir ahbap! !
*
Aşk;
yoldaş,
Profesör;
yoldaş,
Zenci;
coni,
Alman;
Telman,
Çinli;
Li
Ve 19 yaşım
yoldaş da yoldaş, yoldaş da yoldaş,
yoldaşım...
Yılların arkasında yuvarlanıyor başım
başım yuvarlanıyor
Uzun saçlarından tutuştu yıllar
yıllar yanıyor
yanıyor da yanıyor...
*
Oku
Yaz
Boz
Bağır
Çağır!
Bütün kuvvetinle nefes al...
KaFanda, kalbinde
etinde
iskeletinde ihtilal...
İhtilal;
gündüz-gece
Gece ormanda çam dalları yakarak,
bembeyaz
yusyuvarlak aya bakarak,
hep bir ağızdan şarkılar söyleniyor..
Ve bu anda
kuvvetli dinç
bir ağrıdan gelen deli bir sevinç
sıçrar atlar köpüklenir çatlar
kafanda...
*
Haaayydaa,
beyaz orduları dumanlı ufuklar gibi önüne katan
bir kızıl süvarisin,
bir kızıl süvariyim,
bir kızıl süvariyiz,
bir kızıl, , , , ,
Geçti üç yıl
Ey benim 19 yaşım,
Ormanda çam dalları yaktığımız
hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek aya baktığımız
gecelerin üstünden........
Ben yine söylüyorum aynı şarkıları
Döndürmedi rüzgar beni havada yaprağa,
ben kattım önüme rüzgarı...
Ve sen ki en yıkılmazları yıkabilirsin,
gözüme bakabilir
elimi sıkabilirsin...
Ve sen ki...
Sen,
BENİM İLK ÇOCUĞUM, İLK HOCAM, İLK YOLDAŞIM
19 YAŞIM